Paris’teki son günümde Montmarte tepesinden ayrılıp metroya doğru yürürken Rue Cortot’a sapıyorum. Montmarte’ta ne kadar da kendi halinde bir sokak diye düşünürken Montmarte müzesi çıkıyor karşıma. Buranın hikayesini merak ettiğimden içeri giriyorum. Giriş 15 €. Müzenin Montmarte’ın eski fotoğraflarından ibaret olduğunu düşünürken girişteki görevlinin elime müze haritasını tutuşturup ” 1 numaralı bölümden başlayabilirsiniz. Montmarte tarihi ile ilgili kısa bir video izleyeceksiniz.” demesiyle yanıldığımı anlıyorum. Müzenin harika bir bahçesi var.

Görevlinin bahsettiği odadan başlıyorum müzeyi gezmeye. Karanlık bir odada ortada minin bir Paris maketi duruyor ve az sonra kısa film başlıyor.

Suzanne Valadon isimli sanatçının ağzından anlatılıyor. Sanatçının zorlu hayatı, o yıllardaki sanatçıların bohem yaşamları ve arka fondaki müzik. Büyüleniyorum! Hele bir de o döneme ait görüntüler…

Montmarte’ın hikayesi 1870’lerde başlıyor. Bu küçük ama Paris’in en yüksek tepesindeki manzara, ışığın kalitesi ve büyüsü ressamları etkiliyor ve sanatlarını burada geliştirmeye karar veriyorlar. Realistler, emperyalistler, post-emperyalistler, sembolistler, kübistler… Realistler ilhamlarını bu bölgenin güzel sokaklarından alıyor. Sonraları buradaki ışığın kalitesi ve düşük kiralar Montmarte’ı emperyalistlerin de favori yeri haline getiriyor.

1876’da Pierre Auguste Renoir 12 Rue Cortot’ta (bugünkü müze) bir stüdyo kiralıyor. Bir yandan Pigalle meydanındaki Nouvelle Athenes Cafe’de diğer ressamlarla tanışıyor. Sanatçının modelleri ise çamaşırcılar, ütücüler, dansçılar…

Bu sırada bölgedeki kabarelerde (Chat Noir, Moulin Rouge, Au Lapin Agile) dans edip eğlenerek bohem bir hayat sürüyorlar. Ne hayatlar, ne hikayeler, ne aşklar, ne heyecanlar!

Film bittiğinde bambaşka bir Montmarte canlanıyor gözümde.

Müzeyi gezmeye devam ediyorum.

Ve girişinde “kapıyı açın” yazan bir odaya dalıyorum. Burası bir resim atölyesi. Oldukça etkileyici, değil mi?

Bu arada müzenin hemen yanında Paris’te şehir merkezinde kalan son üzüm bağları yer alıyor.

Müzeden ayrılıp metroya doğru yürümeye başlıyorum. Keşke yanımda bir otomobil dursa, ben binsem ve 1900’lerdeki Montmarte’a gitsem, o bohem hayatın içinde yaşasam birazcık. Tıpkı Woody Allen’ın “Midnight in Paris” filmindeki gibi…